Freud, depresyon ile normal yas arasındaki farklılıklara dikkat çeken ilk kişi olma özelliği gösterir. Freud’a göre; üzülmenin çok normal olduğu, kayıp ve yas gibi durumlarda sevilen birinin kaybıyla dünya artık ‘’eksik’’ bir yerdir. Depresyonda ise yitirilmiş, eksilmiş olarak algılanan şey kişiliğin, kendiliğin ta kendisidir. Bir kaybın ardından yas yaşayan kişiler oldukça üzgün olsalar da genellikle depresyona girmezler. Çok sevdikleri birini kaybettiklerinin farkındadırlar, hüzünlerini yaşarlar ve geriye beraber geçirilen zamanların acı, tatlı hatıraları kalır. Depresif bireylerin kişiliklerinde hissettikleri eksik olma, kusurlu olma hissi yoğun bir suçluluğa neden olur. Yas tutan bireylerin hissettiği duygu ‘’özlem’’ iken depresif bireyler kusuru, eksikliği kendilerinde görerek yoğun bir ‘’suçluluk’’ hissederler.
Bilişsel Terapi’nin kurucusu diyebileceğimiz Aaron T. Beck de bu duruma benzer bir yorum getirmektedir. Beck’e göre; hasta yaşadığı kaybın suçunu kendisine yüklediği zaman kişisel alanında meydana gelen yara derinleşmektedir. Ayrıca kişi sadece yaşadığı kayıp yüzünden değil, kendisinde ‘’keşfettiği’’ kusur, eksiklik yüzünden de acı çeker ve bu tahmini kusuru mümkün olan en abartılı şekilde görme eğilimi gösterir. Mesela; sevgilisi tarafından terk edilen biri, artık yaşlandığını ve çekici olmadığını, itici göründüğünü düşünürken, işini ekonomik kriz nedeniyle kaybeden biri de kendini beceriksiz, hayatını kazanmaktan aciz olarak değerlendirebilir. Buradaki örneklerden de anlaşılacağı gibi kusuru, eksikliği kendinde arama ve mutlaka bir kusuru olduğuna inanma depresyondaki bireylerin genel özellikleridir.
Depresif bireylerin yaşadığın bir diğer baskın duygu ise üzüntüdür. Majör depresyon tanısı konmuş bir kişinin yaşadığı acı o denli dokunulabilir ve etkileyici biçimdedir ki, toplumun gözünde üzüntü ve depresyon terimleri nerdeyse eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Eksik, kusurlu, suçlu hissetmek, nefret ve eleştirilerini dışarıya değil de kendine döndürmek depresif bireyler için neredeyse normalleşmiş bir haldir. Psikanalizde depresyon için; içe döndürülmüş öfke ya da kendiliğe karşı saldırganlık kavramlarının kullanılması depresif bireylerin durumunu daha da anlaşılır kılmaktadır. Kıyaslama, suçu sürekli kendinde arayan kişilerin sık başvurduğu bir durumdur. Dolayısıyla her kıyaslama kişinin kendisini olumsuz değerlendirmesine dönüşmekte ve özsaygıyı azaltmaktadır.
Depresif insanların içe atma (içe döndürülmüş öf, saldırganlık) dışında sıklıkla kullandıkları bir diğer savunma ise idealizasyondur. Depresif insanların özsaygıları yaşadıkları olaylar neticesinde düştüğü için diğer insanları değerlendirirken duydukları beğeni de doğal olarak artmaktadır. Diğer kişilere aşırı değer vermek, onların yanında kendini eksik, yetersiz hissetmek ve bu eksikliği gidermek için idealize edecek şeyler aramak şeklinde döngüsel bir sistem kendini göstermektedir. Ancak burada bahsedilen idealizasyon, narsist bireylerin statü ve güç meselelerinden ziyade, ahlaki (iyi, değerli, dürüst, sevilebilir olmak) meselelerdir. Ahlaki aşağılık duygularına kapılmaya en açık oldukları görülen kişilerin, gerçekçi açıdan bakıldığında en iyiliksever kişiler olmaları hayatın en büyük ironilerinden biri olsa gerek.
Çocuklar hayatlarını sürdürebilmek için anne babalarına ölüm kalım derecesinde bağımlıdırlar. Bağımlı oldukları kişiler güvenilmez, sevgisiz hatta kötü olsalar bile bu gerçekle yüzleşmek ve sürekli bir korkuyla yaşamak ile mutsuzluklarının sebebi olarak kendilerini görerek ve böylece kendini geliştirmenin (kendi içindeki kötülükleri temizleyerek) yaşadığı olumsuzlukları değiştirebileceğine inanarak inkâr etmek arasında bir seçim yapmak zorundadırlar. Klinik deneyimler bize göstermiştir ki; en akıldışı suçluluk duygusunu bile çaresizlik, güçsüzlük duygusunun kabul edilmesine tercih edebilmekteyiz. Velhasıl-ı kelam; insanoğlu her türlü acıyı, çaresiz kalmaya tercih etmektedir. Anne babayı kötü olarak kabullenmek çocuklar için çaresizliğin ta kendisiyken, bütün kötülüklerin müsebbibi olarak kendini görmek bir çocuğun gidebileceği en iyi yoldur belki de tek yol.
Depresyonun kronikleşerek bir kişilik özelliği haline gelmesi, distimi diye de tarif edilen bu durum Freud’dan günümüze kadarki teorisyenleri, distimik dinamiklerin kökenlerini bir sevgi nesnesinden (anne, baba, bakıcı…) acı verici ve erken ayrılık (kayıp) deneyimlerinde aramaya sevk etmiştir. Ayrıca depresif danışanlarla yapılan görüşmelerde geçmişlerinde yaşadıkları zamansız ayrılıkların verdiği acıya rastlamak çok şaşırtıcı değildir. Erken dönemde yaşanan kayıp deneyimlerinin her zaman elle tutulur, somut şeyler olması gerekmez. Duygusal açıdan henüz hazır olmadıkları bir dönemde annelerinin memeden kesmesi bile bir kayıp niteliği taşır fakat daha içsel ve psikolojik bir kayıp.
Sadece erken dönemde yaşanan kayıplar değil, çocukların olup bitenleri tam olarak anlayamadıkları ve normal olarak üzüntü duyamadıkları durumlarda depresif eğilimlere neden olabilmektedir. Boşanmada bu tip deneyimlerdendir. Judith Wallerstein, boşanmanın çocuklar üzerindeki etkilerini araştırdığı uzun süreli çalışmasında ebeveynlerinin boşanmasına depresif bir tarzda tepki vermeyen çocukların bulunduğu ailelerin birtakım özelliklerini şöyle sıralamaktadır. Çocuğun velayetini almayan ebeveynin çocuğu terk etmemesi yani çocuk ihtiyaç duyduğunda ulaşılabilir olması ve çocuğa anne babasının evliliklerinde neyin iyi gitmediğinin doğru ve yaşına uygun bir şekilde anlatılması. Böylece çocuklar ilk zamanlarda çok üzülseler de anne babasının ilişkilerindeki sorunlardan kaynaklı bir boşanma olduğunu anlayacaklar ve kendilerini bundan sorumlu tutmayacaklardır. Sebebi tam olarak anlaşılan bir durum üzüntü verse de bir yas deneyimi gibi zamanla kabuk bağlayıp iyileşecektir. Ancak sebebi çocuk tarafından anlamlandırılamayan ve velayeti almayan ebeveynin eski eşiyle birlikte çocukla da bağını koparması çocuklarda anlamsızlığa, kendini suçlamaya ve en nihayetinde depresyona neden olabilmektedir.
Depresif bir kişiliğe sebep olan durumlardan bir diğeri de yas tutmanın engellendiği aile ortamıdır. Bazı ailelerde birinin ardından ağlamak, üzülmek ve yas tutmak uygunsuz ve utandırıcı olarak nitelenmekte, yas tutan kişi bencil, şımarık ve kendine acımaktan başka bir işe yaramaz şeklinde etiketlenebilmektedir. Sadece çocuklar değil canı yanan herhangi birine, ağlamaması ve acısının üstünden gelmesi telkin edildiğinde o kişinin üzüntüsü de, insanların incinebilir olduğuna dair inancı da görmezden gelinmektedir. Böyle ortamlarda yetişen kişiler incinebilir yönlerini saklama eğilimi göstermekte ve kendisine bu telkini veren ebeveyniyle özdeşim kurarak (mecburen) kişiliğinin bu incinebilir yönlerinden nefret edecek kadar onlara yabancılaşabilmektedir.
Psikanalitik Tanı kitabının yazarı Nancy McWilliams, terapi’sini yaptığı depresif hastaların birçoğunda; ailede yaşanan zorluklar karşısında doğal olan duygusal tepkilerini kontrol edemediklerinde çeşitli lakaplar takılarak etiketlendiklerini ve yetişkinliklerinde sıkıntılı durumlar yaşadıklarında onlarında kendilerini tıpkı ebeveynlerinin yaptığı gibi etiketleyerek (bencilsin, beceriksizsin…) hırpaladıklarına şahit olduğundan bahsetmektedir. Ayrıca duygusal ya da gerçek terk deneyiminin ebeveyn eleştirileri ile birleşmesinin depresif bir kişiliğe sebep olması kuvvetle muhtemel gibi görünmektedir.
Depresif bir kişiliğe (distimi) sebebiyet veren bir diğer husus ise depresyondan muzdarip olan bir ebeveyne sahip olmaktır. Çocuklar ebeveynlerinin ruhsal durumundan yoğun bir şekilde etkilenirler. Böyle bir durumda çocuklar normal isteklerde bile bulunmaktan suçluluk hissederler ve ihtiyaçlarının başkasının enerjisini tüketeceğine ve onları yoracağına inanmaya başlarlar. Ağır bir depresyon yaşayan bir ebeveyne bağımlı oldukları dönem ne kadar erken bir dönemse yaşayacakları duygusal sıkıntılar da o kadar büyük olacaktır.
İnsanoğlu ilişkilerinde çağdaş yaşamın getirdiği düzeyde bir istikrarsızlıkla başa çıkabilecek şekilde tasarlanmamış bir canlı gibi görünmektedir.
Sağlıcakla kalın…
Hasan DURAN
Uzman Klinik Psikolog (Samsun Psikolog)
1 Comment